Beşiktaş’ın Alex Ferguson’u olan Gordon Milne’nin arkasında bıraktığı büyük boşluğu doldurmak kolay mı?
Elbette değil çünkü Beşiktaş, İngiliz hoca döneminde “makine” gibi bir takımdı.
Sistemi, oyun felsefesi, karakteri çok netti. Beşiktaş’la oynamak ciddi bir problemdi…
Milne rakip kim olursa olsun cesur ve tehditkar bir futbol oynatırdı.
Beşiktaş asla vazgeçmeyen, yenilgiyi kabul etmeyen, şartlar ne olursa olsun sonuna kadar savaşan bir takımdı.
Gordon Milne’den sonra göreve gelen teknik adamlar bu makinenin bir dişlisini sanki hep eksik bıraktı…
Christoph Daum, Jean Tigana, Benjamin Toshack, Mustafa Denizli, Mircea Lucescu, Şenol Güneş ve Sergen Yalçın’la elde edilen başarılar elbette tarihe yazıldı fakat Gordon Milne’nin mirası galiba yüzde 100 muhafaza edilemedi.
Milne’den sonra Jean Tigana’dan Benjamin Toshack’a, Tayfur Havutçu’dan Samet Aybaba’ya, Nevio Scala’dan Vicente Del Bosque’ye, Bernd Schuster’den Valerien Ismael’e kadar çok sayıda teknik adam çalıştı siyah-beyazlı ekipte ama “Yeni Gordon Milne” denilen bir teknik direktör çıkmadı. Büyük umut bağlanan bazı hocalar kısa dönemli başarıyı yakalasa da, istikrarı elde edemedi.
İşin özeti; teknik direktör koltuğu sürekli el değiştirdi fakat hiç kimse Milne’nin eline su dökemedi…
Misal, Slaven Bilic iyi taktiksyendi, karizmatikti, Beşiktaş kültürüne çabuk uyum sağlamıştı ama bir türlü derbi kazanamıyordu, kupa alamıyordu.
Abdullah Avcı büyük iştahla ve çok isteyerek geldi Beşiktaş’a. Başakşehir’deki 5 yıllık sözleşmesini bırakıp koşa koşa gelmişti ama olmadı. Bence çabuk vazgeçildi Avcı’dan ama kabul ediyorum, hocayla yola devam etme ihtimali büyük ölçüde ortadan kalkmıştı.
Detaya hiç girmiyorum, Valerien Ismael’in göreve getirilmesi büyük bir maceraydı.
Şenol Güneş’le ikinci kez yola çıkılması da hataydı. Önceki ayrılış biçimi onu yıpratmıştı, kredisi düşüktü ve ilk fırtınada gemiyi terk etti…
Burak Yılmaz’la kongreye kadar devam etme düşüncesi olacak iş değildi. Beşiktaş’ın, U15 takımının başına bile getirilmemesi gereken Yılmaz’a teslim edilmesi felaket bir tercihti. Altı maçta 2 galibiyet, 4 yenilgi alan Burak Yılmaz, adaylık konusunda kafası karışık olan Başkan Ahmet Nur Çebi’yi de beraberinde götürdü. Kaderin cilvesi, eğrisi doğrusuna denk geldi…
Burak Yılmaz’ın istifasını kabul eden Başkan Çebi beklendiği gibi aynı gün Rıza Çalımbay’ı göreve getirdi. Çebi’nin Çalımbay tercihi camiada ve tribünlerde karşılık buldu, protestolar, tepkiler bıçak gibi kesildi…
Malumunuz, altyapısından yetiştiği Beşiktaş dışında hiçbir kulübün formasını giymedi Rıza Çalımbay. 1980’de PAF takımdan A takıma yükselmişti, 1996’da siyah-beyazlı formayla sahalara veda etti.
Beşiktaş’ta tam 13 kupası var…
Süper Lig’de 6, Türkiye Kupası’nda 3 şampiyonluk kazandı. Dört defa da Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı (Süper Kupa) kaldırdı.
2005’te Del Bosque’nin yerine göreve getirilip yaklaşık 10 ay sonra ayrılmak zorunda kalmıştı. O dönem de şartlar çok zorluydu, şimdi de benzer bir süreç yaşanıyor Beşiktaş’ta. Yani yine “kurtarıcı” olarak oturdu o koltuğa…
Her şeyi bilerek, her şeyi kabul ederek ama hiçbir şey istemeden geldi Rıza hoca. Başkan Çebi ile para ve süre pazarlığı yapmadı. Tazminat maddesi falan koydurmadı. Gözünü kararttı ve en sıkıntılı süreçte ateşten gömleği giydi.
Başarısız olması halinde bu kez 18 değil, 48 sene sonra bile göreve gelemeyeceğini bilerek geldi. Beşiktaş’ı ayağa kaldırmak için yakaladığı tarihi fırsatı geri çevirmedi…
Sizi bilmem ama Rıza Çalımbay’ın Beşiktaş için çok doğru bir teknik adam olduğunu düşünüyorum.
Teknik direktörlük kariyerinin ustalık çağını yaşıyor. Doğuştan Beşiktaşlı, doğuştan mütevazı…
“Sonradan olma Beşiktaşlılar!” gibi parayla yatıp, parayla kalkmıyor.
O bir Atom Karınca…
Çalışmaktan başka bir şey bilmiyor…
Yolu açık olsun Rıza Çalımbay’ın…
Eski hocası Gordon Milne’nin izinden yürüsün, Efsane Başkan Süleyman Seba’nın ilkelerinden ayrılmasın; futbol felsefesinden, duruşundan taviz vermesin, gerisine karışmasın…